Milliyet gazetesinden Burcu Karakaş, mevsimlik işçilerinin yaşadıkları drama dikkat çekti. İşte o dikkat çeken haber...
Girişinde iki kiraz sembolünün yer aldığı dev tabelasıyla bizleri karşılayan Sultandağı, Afyon merkeze 60 kilometre uzaklıkta bir ilçe. Tabeladan da anlaşılacağı üzere kirazıyla meşhur olan Sultandağı ilçesi, her Temmuz ayında mevsimlik tarım işçilerinin sabahtan akşama bahçelerde ter döktüğü bir yer. Sultandağı kirazı, başta Avrupa ülkeleri ile Çin olmak üzere yurtdışına ihraç edilmesiyle de biliniyor ancak üreticinin yüzünü güldürdüğü söylenemez. Mevsimlik işçilerden konuşacak olursak, onlar zaten kan ağlıyor. Her yaz, insanlık dışı koşullarda yaşam mücadelesi vermeye çalışıyorlar. Bir kısmı, Sultandağı Mezarlığı'nın tam karşısında yüksek duvarları tel örgülerle çevrili bir alanda kalıyor.
Burası, “Adalet Bakanlığı Sultandağı Kapalı Ceza İnfaz Kurumu". Kaymakamlık geçen sene bu metruk cezaevini, çadırlara sığmayan mevsimlik tarım işçileri için açmış. Türk bayrakları ile Adalet Bakanlığı logosunun çizili ve “Adalet mülkün temelidir" yazılı olduğu, eskiden mahkumların volta attığı havalandırmalarda şimdi işçiler bir yandan çamaşır yıkarken bir yandan yemek pişiriyor.
Ceza çekiyor gibi...
Sayıları yaklaşık olarak 250'yi bulan işçiler, Diyarbakır Urfa, Batman ve Muş'tan gelmiş. Aralarında hiç Türkçe konuşamayanlar var. Bir grup 06.00-14.00, bir grup ise 07.00-17.00 arası çalışıyor. Günlük 40 lira olan yevmiyenin 4 lirası dayıbaşına gidiyor. Cezaevi girişinde çocuklar sarıyor etrafımızı.
Bir tanesine ismini sorduğumda, “Beşar Esad" deyip gülüyor. Diyarbakırlı Esad, henüz 10 yaşında. Urfa Viranşehirli 13 yaşındaki Necla da, Esad'a benziyor, cin gibi bir çocuk. Ancak ailesiyle mevsimlik tarım için şehirden şehire seyahat etmesi nedeniyle okulu geçen yıl bırakmak zorunda kalmış. “Bu bizim evimiz" diyerek, ailesiyle kaldığı koğuşu gösteriyor. Bir başka koğuşa doğru yürüdüğümüz zaman,
“Onlar evde yok" diyor.
Kapı girişinden baktığım “evde", ranzaların salça, şeker ve türlü kap kacak ile dolu olduğunu görüyorum. Necla ailesiyle beraber 3 Nisan'da memleketten çıkıp yollara düşmüş. İşçilerin bir kısmı gibi onlar da Bursa'dan, 'domatesten' gelmiş. Haziran sonu cezaevine yerleşenler temmuz bitene kadar burada kalacak. Bize mihmandarlık yapan Necla, cezaevindeki ilk gününü anlatıyor:
“İçeri girdim, ranzanın üzerinde bir adam tespih çekiyordu. Korktum, ödüm koptu. Ceza çekiyor gibi..."
Pislikten geçilmiyor
Kimisi cezaevinde kalmanın çadırda yaşamaktan daha iyi olduğunu söylese de kimisi oldukça şikayetçi. Cezaevi alanı, sinekten ve pislikten geçilmiyor. Cezaevi binası içinde kalanların yanı sıra, bir de bahçeye kurulan 14 çadırda yatıp kalkanlar var.
Bahçeye derme çatma, çevresi mavi muşambayla çevrili iki banyo kurulmuş. Biri duş alırken diğeri “kapıda" nöbet tutuyor. Tuvalet de iki tane. Belediye elektrik çekmediği için işçilerin bulup getirdiği bir Jenaratör akşam 21.00-23.00 arası çalışıyormuş. “Cezaevi sakinleri", jeneratörün nasıl gürültü çıkardığını anlatmak için birbiriyle yarışıyor.
Koğuş kapılarına yazılmış “Zeki", “Orhan" gibi isimler gözüme çarpıyor. Bu kişiler, bahçe sahiplerine aracı olan, dayıbaşıların bir üstündeki kişilermiş. Ancak artık aradan çıktıkları için bu isimlerin üzeri karalanmış.
Masada uyuklayan teyze
Münir amcanın kiraz bahçesindeyiz. Çoğu çocuk olan işçiler merdivenlere çıkmış, kiraz topluyor. Bahçe girişindeki masada beyaz tülbentli bir teyze, hiç konuşmadan dalından yeni koparılmış kirazları ayıklıyor. Münir amca, kirazın para etmemesinden şikâyetçi. Tarım politikalarının işçileri düşürdüğü durumu anlatıyor uzun uzun. Bahçesinde çalışan beyaz tülbentli teyzenin ismini soruyorum. “Bilmiyorum, dün geldi Diyarbakır'dan" diyor. Yaşlı kadının bir ara kafasının öne düştüğünü görüyorum. Gözleri bir kapanıp bir açılıyor. Uyumamak için kendini çok zor tuttuğu her halinden belli. “Kirazları ayıklama işini o yapıyor" diyor Münir amca bir yandan.
Rojda, Leyla, İnayet, Hasine, Gonca, Berivan ve Maral... En küçüğü 13, en büyüğü 18 yaşında. Bahçede sohbet ederken “Yemek bizde, bulaşık bizde" diyerek mekânın tüm yükünün omuzlarında olduklarını anlatıyorlar.
Bahçeden gelip 'ev işi' yapıyorlar
Musa, cezaevinin delikanlılarından. Yaşını soruyorum, “17.5" diyor. Okula gidip gitmediğini sorunca, “Yok ya, bırakmıyorum okulu" diye cevap veriyor. Sekiz kardeşi var. Viranşehir Anadolu Lisesi'nde okuyor. Bitirmesine 1 yıl kalmış. Mevsimlik iş için yola düşen ailesine, okul bittikten sonra katılmış. “Zor olmuyor mu" deyince, “Katlanıyoruz" diyor. Tıp fakültesine girmek istiyor ama sesi pek umutlu tınlamıyor. Rojin (13), Diyarbakır Bağlar'dan gelmiş. 8. sınıf öğrencisi. Hemşire olmak istediğini söyleyince kapıdaki ablası, “Mühendis olacak, yaz" diye gülerek dalga geçiyor.
Çocuk işçilerin hepsi Musa ya da Rojin kadar bile şanslı değil. Rojin'in 18 yaşındaki ablası Bawer, 8. sınıftan terk. Neden okulu bıraktığını sorunca, “Bilmem, bıraktım" diyor. Rojin ile Bawer'e göre, cezaevi dışarıdan daha iyi çünkü çadır alanına domuzların indiği oluyormuş. Cezaevinde kalmak nasıl bir his peki? “Tuhaf değil" diyorlar.
Rojda, Leyla, İnayet, Hasine, Gonca, Berivan ve Maral ile bahçeye serili kilimin üzerinde sohbet ediyoruz. En küçüğü 13, en büyüğü 18 yaşında. Malatya'ya gideceklerini zannederek kendilerini Afyon'da bulduklarını anlatıyorlar: “Bizi kandırdılar. Altı katlı bina var dediler. Kayısıya gidecektik."
Mekanın tüm bakım yükü, kadın ve kız çocuklarında. Saatlerce bahçede kiraz toplamaları yetmiyormuş gibi bir de dönünce “ev işi" yapıyorlar. Kaynamış suda yıkadıkları çamaşırları tel örgülere asıyorlar. Topladıkları çalı çırpı üzerinde tencere kaynatıyorlar. Hortumlarla bulaşık yıkıyorlar. “Yemek bizde, elbise bizde, bulaşık bizde" diyerek, erkeklerin kendilerine yardım etmemelerinden yakınıyorlar. “Mahpus gibi hissediyoruz" diyen de var, tuvalet kokusundan ya da jeneratör sesinden şikayet eden de. Karşıdaki mezarlıktan korkan olup olmadığını sorduğumda, birkaçı aynı anda “Ben çok korkuyorum" diyor. Bazısı ailedeki erkekler izin vermediği için çadırdan dışarı hiç çıkamıyormuş. Biz konuşurken erkeklerden biri, “Çay yapın" deyince, “Çaysız ölüyorlar ya" diye espri yapıyorlar. Sonra da kalkıp çay yapmaya gidiyorlar.
Ne oluyorsa fakire oluyor
Mekanın en küçüğü, 9 aylık Ömür. Daha 1 yaşını doldurmadan Diyarbakırlı ailesiyle çıktığı yolda mevsimlik sefaletle tanışmış. Kızıl saçları, kirden siyaha çalan yanakları ile etrafa gülücükler saçıyor.
İşçiler, akşamların soğuk geçtiğini söylüyor. Geçenlerde yağmur yağınca çadırları hep su basmış. Market alışverişini de kendileri yapıyor. Gıda konusunda ne belediyenin ne de işverenin bir katkısı varmış. 25 yaşındaki Sedam, “Hayvan gözüyle bakıyorlar bize" diyor. Dayıbaşılarla aralarının nasıl olduğunu soruyorum. Cezaevi alanına bakan 4 dayıbaşı varmış. “İyidir, bizdendir. Bizimki Diyarbakırlı" diye cevap veriyor. Sedam, akşamları elektrik verilmemesine isyan ediyor: “Bir ay elektrik versen ne olacak? Ne oluyorsa fakire oluyor. Bizim hayatımız da böyle işte..."
Necla'nın mihmandarlığındaki haber turumuz böylece sona eriyor. Bizi uğurlarken, son sözü de ilki gibi ondan işitiyoruz:
“Bizim kısa hayat hikayemiz: Çalış, çalış, çalış. Başka bir şey yok."
Suriyeli aileler de var
Cezaevinde kalanlar arasında Suriyeli aileler de var. Kamışlı'dan iki sene önce Türkiye'ye sığınan Mecit ile Adile, 10 ay önce evlenmiş. Hatay'dan ise iki hafta önce Sultandağı'na gelmişler. Çat pat Türkçe konuşan Mecit'e, “Nereden duydunuz" dediğimde, “Kiraz" demekle yetiniyor. Adile, 17 yaşında ve hamile. Cezaevindeki bazı kız çocukları yanıma gelerek, “Abla duydun mu, niye o kadar erken yaşta evlenmiş. Üstelik hamile" diyor. Feride hanım ise Halepli. Yedi çocuğu ve eşiyle birlikte kalıyor. Sultandağı'ndan önce 'soğana' gitmişler ama paralarını alamamışlar. “Burası daha belli değil" diyor.