DoğaHan’dan…

Modern kent yaşamı hepimizi esir aldı.

Daha fazla kazanma ve daha fazla tüketme hevesiyle, kent yaşamının ağırlığına, yıpratıcılığına katlanmaya çalışıyoruz.

Ve farkında olmadan bizzat kendimizi tüketiyoruz.

Bize nefes aldırmayan ağır bir trafik içinde her gün işe gidip gelmeye çalışıyoruz.

Artık kulaklarımızın duymak istemediği gürültülere, ciğerlerimizi çürüten kirli havaya katlanıyoruz.

Ruhsuz ve kişiliksiz beton bloklar, hepimize ‘ev’ diye yutturuldu.

Çok katlı beton yığınlarının arasına yerleştirdiğimiz pahalı eşyalarla avunuyor, kendimizi ‘konforlu yaşam’ yalanıyla kandırmaya çalışıyoruz.

Oysa gerçekte, tabiatla birlikte kendi benliğimizi bitiriyoruz.

Tolstoy, bir hikâyesinin adını ‘İnsan ne ile yaşar?’ koyarak, kendimize sormamız gereken en hayatî sorulardan birini sormuş.

Sahi, bizler gerçekte ne ile yaşarız?

Hadi soruyu biraz değiştirelim: Yaşamak için neye ihtiyacımız var?

Televizyonlardan üzerimize boca edilen reklamlara bakarsak, ihtiyaçlarımız bitip tükenecek gibi değil.

Yaşadığımız gezegeni yiyip bitirsek, ihtiyaçlarımız gene bitmeyecek.

Sonunda erişeceğimiz nokta ise, varlığının farkına bile varmadan üzerinde gezindiğimiz toprağa karışıp gitmek olacak.

Menzil toprak olduğuna göre, hakiki ihtiyaçlarımızın ne olduğu üzerinde biraz düşünmemiz gerekiyor.

Gereğinden fazla yediğimiz için obez oluyoruz; şeker ve kolesterolle boğuşuyoruz.

Bizi oburluğa teşvik edenler, sağolsunlar, şeker ve kolesterol ilaçlarımızı hazırlamayı da ihmal etmemişler.

Moda illüzyonistleri, bir giydiğimizi bir daha giymememiz gerektiği konusunda bizi sürekli uyarıyor.

Ha, bir de finans baronları var ki, ürettikleri plastik kartları ceplerimize tıkıştırarak bize ‘itibar ve ayrıcalıklar’ pazarlamak için yırtınıyor.

Peki, bunlar insanın gerçek ihtiyaçları mı?

Akabinde sağlığını yitiriyorsan, tıkınmak doğru mu?

‘Evin mezaristan, malın bir top bez’ ise, bunca moda arayışı neye yarar?

İtibar dediğimiz şey, bize plastik bir kart içinde pazarlanıyorsa, böylesi bir saygınlıktan ne hayır gelir?

Bizim sorunumuz özü, hammaddemiz olan ‘toprak’tan ve geniş anlamıyla ‘tabiat’tan uzaklaşmaktan ibaret…

Bir tatlı huzur almak için…

Bedenimizi, tüketemeyeceği kadar kaloriyle yüklemek değil; fakat sağlıklı ve yeterli beslenmek için…

Akıl ve ruh sağlığımızı korumak, ‘bir nefes sıhhat’ bulmak için toprağa, tabiata muhtacız.

İşte, korona salgını, adeta gözümüzün içine soka soka bize bu hakikati bir kez daha hatırlatıyor.

Zoraki de olsa, doğayı ve tarımı yeniden keşfediyoruz.

Yaklaşık 20 yıl önce, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun o zamanki başkanı olan merhum Refik Baydur, başkanlık görevinden ayrılırken, bizim de içinde bulunduğumuz bir grup gazeteciye veda yemeği vermişti.

O yemekte, üzerinde zihin jimnastiği yapmamız için, şöyle bir tezi dile getirmişti:

“Gelecekte, teknolojiye ve bilime bütün ülkeler erişebilecek, sahip olabilecektir. Fakat toprak varsa vardır, yoksa yoktur. O yüzden topraklarımıza, doğamıza sahip çıkmamız gerekir.”

Evet…

Bugün bilgiye ve teknolojiye erişim iyice kolaylaştı.

Lakin toprağa erişim, ancak kan dökerek mümkün oluyor.

Bu ilk yazımıza nokta koyma vakti geldi.

Naçizane bu fakir de, mesleği gazetecilik olmasına rağmen, uzun yıllardır tarımla ve doğayla ilgileniyor.

Sağlıklı yaşam ve doğa gönüllüsü psikolog Yahya Bulut ile birlikte, Kapadokya’da, turizme de hizmet edecek bir bahçe kurduk.

Adına da ‘DoğaHan’ dedik.

Şimdi meslekten emekliliği de kazandıktan sonra, yaşamımızın büyük bölümünü oraya adamış durumdayız.

Doğa dostu olan, sağlıklı gıdalarla beslenmek isteyen, yaşadığını hissetmek için lüks ve ihtişama muhtaç olmayanları da DoğaHan’a bekliyoruz.

Ayrıntılı bilgi için web adresimiz: http://dogahan.com/

Sağlıcakla, doğayla ve tarımla kalınız.