Et fiyatlarının yüksekliği ve süt fiyatlarının düşüklüğü son günlerde Türkiye'de en çok konuşulan konuların başında geliyor.
Problemin büyük olması gayet normal… Tüketicinin gücü yetmediği için et yemede zorlanıyor, bundan dolayı da şikâyetçi oluyor.
Süt fiyatları en düşük seviyede...
Üretici ineklere yedirdiğini ve masraflarını süt ile karşılayamama gibi bir durumla karşı karşıya. Bakanlıktan beklediği teşvikleri alamıyor, olanları da yeterli görmüyor.
Yani anlayacağınız kafalar oldukça karışık…
Süt fiyatlarındaki düşüşten dolayı verimdeki inekler kesime gidiyor. Buna istinaden Bakanlık da süt ineği kesimlerinin durdurulması için bazı kararlar aldı.
Çözüm olarak öne sürülen çok sayıda görüşte bulunmaktadır.
Teşviklerin artırılması sağlanmalı diyenler bir hayli fazla.
Kimileri süt ırklarına dayalı yetiştiricilikten vazgeçilerek et ve süt amaçlı kombine ırklara dönüş yapılması veya tamamen etçi ırkların yetiştiriciliğinin yaygınlaştırılması yönünde yeni planlamalar yapılması gerektiğini öne sürmektedir.
Kimileri ise süt ineği ve besi hayvanları yetiştiriciliğinde plan ve programlamanın yetersizliğini belirtmektedir.
Bazıları ise yetiştirici birliklerinin yeterli destek sağlayamadığı, amacından saptıkları, yetiştiricilerin direkt dikkate alındığı yeni organizasyonların tasarlanması gerektiği fikrine sahip bulunmaktadır.
Bunlardan başka çok sayıda öneri de dile getirilmektedir.
Bu yaşananalar daha öncede yaşanmıştı. Bugünkü gibi teşvikler azaltıldı, buna bağlı olarak süt hayvanı yetiştiriciliği karlı olmaktan çıktı, hayvanlar kesime gönderildi. Bu süreçte sıkıntı en başta kendini et fiyatlarının artışı olarak gösterdi.
Problemin çözümünde her zaman en kolay yol tercih edildi. Et ithalatı açıldı. Çok sayıda ithal gebe düve ve besi materyali alımı yapıldı.
Zaman içerisinde bu yaşananlar bir sarmal halinde periyodik olarak yaşanan bir süreç haline geldi. Ama hiçbir zaman sonuçları iyi denebilecek geçerli bir çözüme ulaşılamadı.
En son yaşadıklarımızda bu durumu gayet açık gösteriyor.
Birkaç yıl önce İsveç'te bir üniversiteye kısa süreli ziyarette bulunmuştum. Kendi alanım olan hayvan besleme ve beslenme hastalıkları üzerine özellikle eğilmeye çalışmıştım.
Bu sırada bir süt ineği işletmesini ziyarete gittim. Türkiye'de henüz paketlenmiş silajın yaygınlaşmamış olduğu dönemde yetiştirici düzeyinde önemli miktarda paket çayır otu silajının yapıldığına şahit oldum.
İsveç için çayır otu doğal bir kaynak. Her taraf yemyeşil, topraktan ot fışkırıyor. Besin maddeleri açısından da değerli. İneklerin ve besi materyalinin beslenmesinde yüksek miktarda kullanılıyor.
Yetiştiricinin çiftlik arazisinin bazı bölgelerinde uzamış çayır otları olduğu haliyle duruyordu. Biçilmemiş, yani değerlendirilmesi hiç düşünülmemiş.
Yetiştiriciye neden böyle yaptığını sorduğumda “Hayvanlarımızın ihtiyacı için bu kadar paket silaj yetiyor, onun için gerisini biçmiyoruz" şeklinde bir cevap vermişti. İsveç'te gezdiğim yerlerde bu görüntüler çok fazlaydı. Avrupa'nın büyük bölümü İsveç benzeri bir yapıya sahip. Yani hem hayvanları hem de kendileri şanslı. Hayvanları aslına uygun doğal besleniyorlar, kendileri ise daha ucuza, daha fazla et yiyorlar, süt içiyorlar.
Bu durum bana Türkiye'deki hayvanların kaba yem, daha doğrusu kaliteli kaba yem tüketimi yetersizliğini hatırlatmıştı. Yani temel kaba yem kaynağı saman olan ülkemiz hayvancılığını. Keşke benim ülkemde de böyle çayır olsa, hayvanlarımız kaliteli kaba yem yese diye içerlemiştim.
İşkembeli hayvanlar yaradılış gereği ot tüketiyorlar. İnsanoğlunun aşırı verim alma isteği konsantre yemlerle hayvanları fazlasıyla tanıştırmış. Yani bir inek veya besi hayvanın yediğinin büyük bölümü kaliteli kaba yem olmalı. Ancak böyle bir durumda karlı bir besicilik yapabiliriz. Süt ve et üreticimizin yem maliyeti düşer, ekonomik sıkıntıya girmez. Halkımız ucuz ve bol et ile süt tüketebilir.
Ancak Türkiye bu açıdan oldukça şanssız. Çayır ve meraları yeterli büyüklük ve verimde değil. Aslında son yıllarda üretim ve mekanizasyonda verilen önemli düzeydeki hibe ve teşvikler sonucunda ekimleri artmış olsa da, yonca ve mısır silajı gibi kaliteli kaba yem bitkilerinin üretimleri hala ihtiyacı karşılamaktan oldukça uzak bir miktarda.
İsveçli çiftçi sadece paketleme ve işçilik masrafları alarak Türkiye'ye paket silaj gönderebileceklerini söylemişti. Oradaki Türklerde ticari açıdan iyi bir yatırım olacağı düşüncesiyle bu konuyla uzun süre ilgilenmişlerdi. Sonunda küçük boyutlu nakliyenin yüksek fiyata mal olması ve o dönemde Türkiye'ye kaba yem girişindeki bürokratik sıkıntılar nedeniyle vazgeçmişlerdi.
Bu hatırayı yıllar boyunca unutmadım.
Gerçi daha sonraki dönemlerde ithal edilen kaba yemlerin hayvanlar tüketmek istemedikleri anlatıldı. Bu konuyu belki bir başka yazımda bilimsel tabanda açıklayabilirim. İthal edilen kaba yemler çoğunlukla sıcak bölgeden gelmişti. Bu bitkiler sıcak bölgede yetiştiğinden doku yapıları değişmekte, sap oranları artmaktadır. Bu bitkileri tüketmede hayvanlar isteksiz davranmaktadır.
Gebe düveler 18-21 aylık yaşta ithal ediliyorlar. Bu yaşa gelinceye kadarki bütün katma değerlerden yabancılar faydalanıyorlar. Yetiştiricileri ve işçileri baktıkları için, veteriner hekimleri tohumladıkları ve tedavi ettikleri için, tüccarları sattıkları için kazanıyorlar. Biz bu kazancın neresinden başlıyoruz? Hayvanları ne kadar süre canlı tutabiliyoruz?
Devletin hayvancılığa teşvik olarak sunduğu birçok alternatif yaklaşım bulunmaktadır. Bu teşvik seçenekleri arasına ucuz ve kaliteli kaba yem dağıtımının da konmasıyla hayvanlar sağlıklı ve uzun ömürlü olabilir, yetiştiricilik karlı hale gelebilir, tüketici daha fazla ve ucuza et-süt ürünlerini tüketebilir.
Belki toplumda birçok kimse kaba yem problemini bilmiyor. Ama kaba yemin yetersizliği kendisine et ve süt tüketimi, kısaca hayvansal protein yetersizliği olarak yansıyor. Bu sıkıntıyı bazen farkında olarak bazen de olmayarak fazlasıyla her gün yaşıyor.
Tüm bunların sonucunda insan kendine “Acaba et, besi materyali ve gebe düve ithal etmek yerine kaba yem ithal edilse daha iyi olmaz mı?" şeklinde bir soruyu sormadan edemiyor.